FELSEFE ve VAHDET
Haber Kategorisi | : Köşe Yazıları |
Okunma Sayısı | : 1583 |
Haberin Yazarı | : Yönetici |
Haberin Kaynağı | : Site Yönetimi |
FELSEFE ve VAHDET
İnsanoğlunun başlangıcının, yaşama tarzlarının, düşünce
birikimlerinin, medenî hamlelerinin sebeplerini zan ve kabule
dayandırmanın kestirme adıdır “felsefe”. Vahdet ise Kur’an-ı
Kerim’in buyurduğu hakikatlerin merkezidir, aslıdır. Felsefe,
insan zekâsına dayalı düşüncelerin ürünüdür. Bundan dolayı
insan sayısı kadar felsefî düşünce olsa yeridir. Sadece mâkes
bulanlar bilinirler. Bu nedenle de zan ve kabule dayanmak
zaruretine mahkûmdurlar. Bu zannı pekiştirmek için de
felsefenin temel soruları adı altında, muhtelif sorular
meydana çıkmıştır. Varlık, var mıdır? İyi de varlık, zaten var
olmayı kabulün sonucudur. Var olmasa “var” dan varlık
olmazdı. Yok da var olduğu için “yok ”tan da yokluk var
olmuştur. Başka sorular da var: Ben neyim, nereden
geliyorum, nereye gidiyorum, Evrendeki yerim nedir? Bu ve
benzeri soruların cevaplanması işi, felsefe ve dine bırakılmış.
Başlangıçta neler olduğuna dair bilgisiz olan insanlardan
düşünceye dalanlarının bir çıkış aramaları sonucu bu sorular
epeyce insan zihnini meşgul etmiştir. Doğru bilgi edinme
kaynağını kabule yanaşmayanların kendi akıllarının erdiği
çözümleri diğer insanlara dayatmalarından başka bir şey
akıllarına gelmiyordu. Bütün bu çabalar, felsefî mesnetlerin
oluşmasına sebep olmuştur. Bizde de sözde düşünenlerin
yakalandıkları aşağılık komplekslerine mahkûmiyetleri sonucu
bunların değirmenlerine su taşımaktan başka çare yok
sanılmış, böylece de filozoflar zümresi ululanmış, tek çare
oldukları zehâbına kapılınmıştır. Bilginin kaynağı olarak sadece
aklın kabulünden başka bir şey değildir felsefe. Bilginin
kaynağının akıl olduğu kabullenilince aklın her soruna çözüm
üreteceği kabul edilmek zorunda kalınmıştır.
Aklın faaliyetlerinin sağlam duyulara dayandığını kabul edince aklın
da yetersizliği anlaşılır aslında. İnsan kulağının 2000- 20000
aralığındaki frekansları duyduğu, daha alt ve üst frekansları
duymadığı biliniyor. Keza gözümüz, her ışığı göremiyor,
dokunma duyumuz, her teması algılayamıyor. Aklın muhtaç
olduğu organları sağlam değilse akıl nasıl doğru istidlal
edebilir. Diğer taraftan duyu organlarımız, N.Ş.A’da işe
yararlar. Ne kadar sağlam olurlarsa olsunlar kapasiteleri
sınırlıdır. Öyleyse aklında faaliyeti sınırlı kalır. Bu da aklın
vahye muhtaç olduğu gerçeğine gitmemize sebep olur. Zaten
Vahy de akıllı insanlara hitap eder. Bu da bizi aklın muhtaç
olduğu, akıllıyı-akılsızı var eden yegâne gücün, Kaadir-i
mutlak’ın mesajına muhtaç olmamız gerektiği fikrine ulaştırır.
Evreni var eden, elbette var ettiklerinin bir düzen içinde
varlıklarını sürdürmelerini de murad etmiştir. Bunu bilmeleri
için de insanlar arasından bidayette seçtiklerinin vasıtasıyla
diğer insanlara kavim kavim, nihayetinde de bütün insanlığa
ve son zamana şamil bir seçkin göndermiş, insanlığın kurtuluş
yollarını Hz. Cebrail vasıtasıyla vahyetmiş, Peygamberlerini
insanların kurtuluş ve saadetlerine vesile ve rehber kılmıştır.
Peygamberlerin mesajlarının doğru anlaşıldığı zamanlarda ve
yerlerde, felsefî çözümlere itibar edilmemiş, peygamberlerin
rehberliğine itaat edilmiş, huzur ve saadete kavuşulmuştur.
Tarih, ciddi bir tetkikten geçirildiğinde, bütün buluntulara da
itibar edilerek bakıldığında insanlığın Peygambersiz
dönemlerinde veya peygamber mesajlarına itibar edilmediği
zamanlarda huzur, güven ve saadetten mahrum, vahşî
yaşadıkları görülecektir. Aslında böyle kapsamlı bir çalışma da
yapılmış değil. Çukurluğu (deniz seviyesinden aşağı olma
durumu) besbelli olan Lût gölünün bile bu gözle incelendiğini
okumadık. İncelendiği halde okuyamadıksa bizim kabahatimizdir.
Bu inceleme bile gözleri açamaya kâfi
gelecektir. Pompei buluntuları insan azgınlığının cezası olarak
vasıflandırılabilir. Azgınlaşan insanların, toplulukların ceza
kalıntıları aransa yer yer bulunacaktır. İnsan, geçmişinin
azgınlıklarını atalarına yakıştırmak istemediğinden midir, ilk
atanın maymun olduğu inancının sona ermesinden korktuğu
için midir bilinmez, çok ciddi çalışmalara tevessül
edilmemektedir. Bütün araştırmaların (istisnalar kaideyi
bozmaz) kabullenilmiş bir tezin ispatını sağlamak için
yapıldığından gerçeklerin ortaya çıkması geri planda kalıyor.
Neden? Gerçekler acıdır, ortaya çıkınca acıtır
YAZAR-ŞAİR ŞAKİR ALBAYRAK